Categories
Genel Güncel Psikoloji

İstanbul’da Güneşli Bir Gün ve Depresyon

Bugün İstanbul’da harika bir hava var, gökyüzü pırıl pırıl. Doğayla bütünleşmek için birebir. Hava durumu haberlerine göre yarın da böyle olacak. Bugün çalışmak durumunda olanlar bari yarını kaçırmasınlar.

Gelelim konumuza; ne zaman böyle güzel bir hava görsem aklıma depresyonun derinliklerinde gezdiğim yıllar gelir. Güzel havalardan nefret ederdim. Bunun nedenini çok düşündüm. Hatta Durkheim’ın intihar kavramına kadar düşündüm. Acaba havaların güzelliği benim yaşamayı istemiyor oluşuma inat edercesine atmosfere hayat pompaladığı için güneşe kızgın mıydım?

Depresyon, yaşamınızı ipotek altına alır. Bunun bir kısmı da güzel havaları değerlendirememekten oluşur. Depresyonda olanlar şu anda burayı okuyorsa kendilerine, kendileri adına bir iyilik yapmaya çalışmalarını ve 5 dakika bile olsa güneşin altında zaman geçirmelerini öneriyorum.

Bunu salt ruhsal ve psikolojik anlamda düşünmemek lazım. Evet, gün ışığının ruhsal rahatsızlıkların iyileşmesinde etkili olduğu bilimsel olarak kanıtlandı. Ama beden sağlığının ruh sağlığına etkisi açısından da gün ışığı çok büyük önem taşıyor.

Belki duymuşsunuzdur, gündüz – gece dengesinin alışılmışın dışında yaşandığı Kuzey Avrupa ülkelerinde uzun bir zaman gecenin yaşandığı dönemlerde insanları gün ışığı terapisi alıyorlar. Bunun tek sebebi ruhsal dengeyi korumak değil. Gün ışığı bedenimiz için de çok yararlı, yararını geçtim elzem bir kaynak.

Şu kısa hayata güzel bir gün daha eklemenizi dilerim.

Categories
Kişisel Gelişim Psikoloji

Bir Psikanaliz Hastalığı: Terapötik Zehirlenme

Analitik, dinamik terapi alanında görülen bir yan rahatsızlıktır. Genelde psikoterapiye başladıktan altı ay kadar sonra gözlemlenebilir. Psikanaliz sürecinin şaşkınlığını yavaş yavaş üstesinden atmaya başlamış olan bireyi bir psikanaliz heyecanı sarar. Bu, tıp fakültesinde kanser hakkındaki derslerden çıkışta belirtileri üzerine alınıp acaba ben de kanser miyim diye sormaya ya da Rocky, Rambo gibi filmlerin çıkışlarında birer kahraman olmaya benzetilebilir.

Şaka bir yana, belli bir zeka seviyesinin üzerindeki herkes için psikologculuk oynamak çok zevklidir. Bunun yanısıra kişiyi kendi ruh dilini çözmek yolunda geliştirebilir, başkalarının gelişimine katkıda bulunabilir. Her ne kadar asla profesyonel bir psikoterapist, psikolog ya da psikiyatristin yerini alamayacak olsa da kişilerarası duygusal paylaşımın artmasına yardımcı olabilir.

Konumuzun biraz derinine inersek, terapötik zehirlenme, kişinin psikoterapi seanslarında terapiste açtığı ve çözümlenmeye başlamış konuların benzerlerini kendi başına yakalaması ve bunların etrafında haddinden fazla dönmesi olarak açıklanabilir.

Şuur sahibi, bilinçli bir insan evladı olmak mutluluğun olmasa da huzurun anahtarlarından biridir. Bu nedenle öfke, sevgi, üzüntü, korku gibi duyguları yakalayıp onları terbiye etmek kişinin yararına sonuç verir. Ama kişinin her davranışını kendi kendine derin bir biçimde analiz etmeye çalışması, araba kullanırken yola dikkat etmek yerine önündeki göstergelere bakakalmak gibi bir alışkanlığa dönüşürse tahmin edebileceğiniz gibi bu durum kazayla sonuçlanır.

Sorunun çözümü, biraz sabırlı olmak ve duygusal dedektifliği terapi seanslarında psikoloğunuzla paylaşmaktır. Terapötik zehirlenmenin bir dezavantajı psikologla görüşme sırasında ortaya konması çok önemli, sağlıklı ve çözüme yönelik ilerleme sağlayacak duygusal konuları kişinin kendi kendine bir heyecan dalgasıyla yaşayıp sonra da kısa sürede unutmasıdır. Bu biçimde terapi seanslarından kaçırılan duygular terapilerin uzamasına ve terapistle iletişimin zayıflamasına neden olabilir.

Elbette bu anlattıklarım; kişi kendi kendini tetkik, analiz etmemelidir anlamına gelmiyor. En güzel şey kişinin kendi doktoru olmasıdır. Bütün anlatmak istediğim insanoğlunda bir de böyle bir eğilim olduğundan bahsetmek ve kısa hayatta bununla fazla zaman kaybetmemeyi tavsiye etmek.

Categories
Genel Kişisel Gelişim Psikoloji

Kişisel Gelişim Kitapları Neden İşe Yaramıyor?

Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde başta A.B.D. olmak üzere birçok ülkede kişisel gelişim kitapları en iyi satanlar listelerinde üst sıralara oturdular. Yine de birçok insan kişisel gelişim kitaplarını beğenmiyor, işe yaramadığını söylüyor, laf kalabalığı olarak nitelendiriyorlar.

Ben de şahsım adına kişisel gelişim kategorisine giren kitaplardan çok okumamış olsam da, elime geçirdiğim birkaç tanesinden de pek hazzetmediğimi itiraf etmeliyim. Bir yandan da bu kategorideki kitaplar nasıl hem bu kadar çok satılıp hem de bu kadar çok şikayet konusu oluyorlar? Değinmeye değer bir konu.

Birçok kişisel gelişim kitabı maalesef sizin kişisel gelişiminizden ziyade toplum karşısında gelişmiş biri olarak kabul görmeniz esasına dayalı. Bu nedenle de birey olarak bu kitaplardan kendi gelişiminiz adına bir mesafe kaydetmeniz biraz zor.

İnsanın işinde daha başarılı olması, daha iyi bir sevgili, eş, anne, baba, arkadaş olabilmesi kişisel gelişim değildir. Dolayısıyla bu yönde bir değişimi empoze eden, zorlayan kitapların kişisel gelişime katkıda bulunmaları elbette zordur.

Başlangıçta gerçekten çevreden daha çok onay görmek üzere değişmek isteyen birey herkesi aynı anda aynı derecede mutlu edemeyeceğini anlayınca hem yaşama hem de kişisel gelişim kitaplarına isyan eder. Böyle olması son derece doğaldır. Eğer kişisel gelişim için çıkış noktanız etraftan daha fazla saygı ve kabul görmekse, toplumun değişik kesimlerinin ne kadar farklı değer yargılarına sahip olduğunun farkına vardığınız an bu bir hayal ıkırıklığı yaratabilir.

Ama maalesef çoğu insan kişisel gelişim dediğimiz zaman farkında olmadan toplumda daha fazla kabul görmek, daha çok para kazanmak, toplumun belirlediği kriterlere göre başarılı olmak gibi şeyler anlıyor.

Bir diğer yandan da toplumun kriterleri o kadar değişken ve ikiyüzlü ki, bireyden talep edildiği hissettirilen şeyler yerine getirildiğinde toplum oyunu çoktan başka hal ve davranışlar doğrultusunda kullanmış oluyor.

Bu nedenle de argümanlarını topluma kendini daha çok beğendirmek üzerine kurmuş olan kişisel gelişim kitaplarının bir işe yaramaları imkan dahilinde değil.

Kişisel gelişimin anahtarı herşeyden önce kişinin kendi doğasını tanıması ve kendi doğasının elverdiği şartlar ve imkanlar dahilinde kendisini geliştirmesidir. Zaten bunun yerine toplumu ölçü alan bir kişisel gelişim, genel geçer kriterlere ulaştıktan sonra mutlaka sekteye uğramaya mahkumdur. Hayat kısa ve bu kısa hayatta kendinizi geliştirmek istiyorsanız bu gelişimin ne yönde olması gerektiğine dair ölçütleri de kendiniz belirlemelisiniz.

Categories
Kişisel Gelişim Popüler Psikoloji

Antidepresan Nedir, Nasıl Kullanılmalıdır?

Son yirmi yılın en meşhur ilaç gruplarından biri SSRI adıyla sınıflandırdığımız yeni nesil antidepresanlardır. Bunlardan en bilineni Prozac’tır. Diğerlerinden bazıları; cipram, lustral, ve bunların türevleri olarak sayılabilir.

Depresyon, daha evvel bir yazımda da belirttiğim gibi, beyindeki serotonin trafiğinin bozulmasıyla ortaya çıkan tıbbi bir rahatsızlık olarak nitelendirilmektedir. Bu bozukluk, serotoninin bir hücreden diğerine geçişi sırasında geçişinin engellenmesi ve beyinde yeterli çoğunlukta seyahat edememesidir. SSRI sınıfı antidepresanlar, serotonin trafiğini düzenlerler. Serotonin bir hücreden diğerine geçemeyip geri dönerken geri dönmekte olduğu hücrenin onu kabul etmesine engel olur ve böylelikle serotonin beyindeki gezintisini rahat rahat sürdürür.

Bu ilaçların etkilerini gösterme süreleri bünyeden bünyeye değişir. Bu süre genelde iki hafta ila iki ay arasında olarak tanımlanır.

Antidepresanlar mutlaka bir psikiyatrist kontrolunde kullanılmalıdır. Başlama ve bitirme kararı psikiyatristle birlikte verilmeli ve bu tür ilaçları almak psikiyatrist onayı olmadan sonlandırılmamalıdır.

Antidepresan kullanan çoğu kişi genellikle ilaca başladıktan iki ay kadar sonra kendilerini iyi hissederek artık ilaca ihtiyaç duymadılarını düşünürler. Oysa antidepresan etkisini göstermeye başlamıştır ve tıpkı antibiyotikler gibi belli bir süre kullanılmaları gerekir. İkinci aydan sonra ilacı kesen birçok depresyon hastası vardır ve hepsi kısa sürede depresyon tuzağına geri dönerler.

Antidepresan kullanım süresi genelde en az altı ay olarak kabul görmüştür. Kalıcı bir tedavi için antidepresanlar değişik dozlarda yıllarca kullanılabilir.

Kullanım süresi konusunda ilaç firmalarının içten davranıp davranmadığı hakkında tartışmalar sürmektedir. Ancak ben kişisel tecrübelerime dayanarak minimum altı ay, ortalama bir ya da iki yıl gibi bir sürenin en iyi sonuçları doğurduğunu söyleyebilirim (kişisel tecrübedir, güvenmeyiniz ve psikiyatrınıza danışınız).

Depresyon tedavisinde ilaç kullanımı tek başına kalıcı iyileşme sağlayamaz. Mutlaka psikoterapi tedavi sürecine eşlik etmelidir. Benzer biçimde, tek başına psikoterapi depresyonun kökünü kurutmak için yeterli çözüm olmayabilir. İlaç tedavisi artı psikoterapi depresyonla baş etmenin en sağlıklı yoludur.

Categories
Genel İlişkiler Psikoloji

İki Meşhur Kelime: Karşılıksız Aşk

Doğaya aykırı bulduğum, bana pek de inandırıcı gelmeyen bir durum.

Biraz zihninizi kurcalar ve gözünüzün önünde canlandırmaya çalışırsanız, gün içerisinde yaşadığınız bakışmaların ne kadar anlamlı olduğunu idrak edebilirsiniz. Alışveriş yaparken, yolda giderken mutlaka tanıdık tanımadık birileriyle göz göze gelmiş ve biraz zorlasanız gayetle anlam yüklenebilecek bakışmalar yaşamışsınızdır. Bu, iki canlı arasındaki beğeni ilişkisinin en küçük parçasıdır. Hiçbiri karşılıksız değildir.

Bu nedenle karşılıksız aşk diye tanımladığınız durumda da bir karşılık söz konusudur. Büyük ihtimalle aşık olduğunuzu düşündüğünüz kişi de size karşı bir beğeni duymaktadır.

Birileriyle karşılaştınız diyelim ve ilginizi çekti. Tanıştınız; sohbet, sinema, akşam yemeği vs. derken olaylar vuku buldu. Artık bir çift oldunuz.

Ne kadar zaman sonra olacağı ilişkiden ilişkiye değişmekle beraber bir gün bakarsınız ki sevgilinizin günün yirmidört saati çok güzel olan saçları, onları toplayıp topuz yaptığında size itici geliyor ya da size hoş görünen ve içinizi gıdıklayan kirli sakallı, buruşuk gömlekli halini özensizlik olarak görüyorsunuz.

Ayrılmak istiyorsunuz ama nasıl ki asla kanser olmayacaksanız ya da asla ağır bir trafik kazası geçirmeyecekseniz benzeri bir inançla “ayrılık bizim başımıza gelemez” diyorsunuz. Bu yüzden de sorunlarınızı konuşmaktan bile kaçıyorsunuz ve ayrılmaya dair bir girişimde de bulunmuyorsunuz.

Sonra bir gün sevgiliniz sizi terkediyor, çok canınız yanıyor çünkü o artık sizinle birlikte olmak istemiyor. Belki başkasının kollarında, telefonlarınıza cevap vermiyor, maillerinizi almamış gibi hissediyor ya da öyle zannediyorsunuz. Onunla konuşmaya çalışmak bir işe yaramıyor; somut bir cevap yok, ses gelmiyor.

Aşağılandığınızı, yalnız olduğunuzu, üşüdüğünüzü hissediyorsunuz. Belki de sokağa çıktığınızda sizi gören herkesin “aaa şuna da bak, aşk acısı çekiyor bu ezik, zavallı, sümüklüböcek” dediklerini sanıyorsunuz. Sanki herkes herşeyi biliyor, sanki dünyanın gündeminde sizin terkedilmişliğiniz var.

Birlikteyken Bebek Parkı’nda bir kediyi sevmiştiniz ve kedi çok mutlu olmuştu. Ama sanki siz ayrıldığınız için o kedi bir daha öyle sevilmeyecek ve siz buna mutsuz oluyorsunuz. Halbuki siz yine kendi başınıza gidip sevebilirsiniz o kediyi.

Bu hissettikleriniz aşk acısı değildir. Dolayısıyla bunun adını karşılıksız aşk olarak koyamayız. Siz, ama bilerek ama bilmeden yazdığınız bir senaryonun baş kahramanı oldunuz. Bu filmde oynamaktan derhal vazgeçebilirsiniz. Bu durumu içinde oynadığınız bir belgesel olmaktan çıkarıp savaşabilir ya da başka bir hayat kurabilirsiniz.

Yok eğer bu aşk acısıysa onun da sizi düşündüğünden emin olun. Belki de şimdi kendi kendine diyor ki “keşke o salatayı elle yemeseydi belki o zaman bu kadar öfkelenmez, bu kadar bunalmazdım!”. Ya da diyor ki “arkadaşlarımla lise toplantısına gitmem konusunda arıza çıkarması bardağı taşıran son damla oldu”.

Belki kadın ve erkek arasındaki farkların biraz fazla abartılmasından, belki de toplumun kadın-erkek ilişkilerine yüklediği özel değerden ötürü aşk ve aşkta başarısızlık insanoğlu için yaşanan ilişkiden çok öte bir anlam taşır hale gelmiştir. Bu nedenle karşılıksız aşk olarak iki kelime ile niteleyip kestirip attığımız duygular, kaybedilmiş bir futbol maçı ile aynı kefeye konarak muamele görmektedir.

Oysa birçok şey gibi bu konu da kişinin yaşamı hakkında kendi kararlarını vermesi, kendi varlığını olduğu gibi kabul edebilmesi, özgürlüğü ile yüzyüze gelmesi gibi insanoğluna çoğu kez ürkütücü ve soğuk gelen farkındalıklarla beraber değerlendirilmelidir.

Birilerine karşı hayatınızın düzenini bozacak derecede ihtiyaç duyuyorsanız, en çok ihtiyacınız olan kişinin kendiniz olduğunu ve kendinizin de daima sizinle beraber olduğunu hatırlamanız işe yarayabilir.

not: Bu yazı, iki yıl kadar önce ek$i sözlük‘te yazdığım bir yazıdan derlenmiştir. Yazının orijinalini Jefe’nin Yorumları‘nda bulabilirsiniz.

Categories
Psikoloji

Yakın Arkadaşlarınız Terapistinizin Yerini Tutar Mı?

Tutmaz.

Toplumda bir hayli yaygın olan yanlış bir yaklaşım, “benim birçok yakın arkadaşım var, terapiste ihtiyacım yok” biçiminde bir yaklaşımdır. Bu yanlış ve eksik algının sebebi, psikoterapinin kişinin kendisini iyi, mutlu hissetmesini amaçladığı gibi yanlış bir kanıya dayanır.

Psikoterapi seansları sizi güldürmek, keyfinizi yerine getirmek, sıkıntılarınızı gidermek amacıyla hazırlanmış komedi skeçleri değildir. Sağlıklı bir psikoterapi seansı sağlık toplarıyla idman yapmak kadar ağır ve zor olabilir.

Toplumun genelinde psikoterapi, psikolog, psikiyatrist, rehberlik hocası gibi roller ve kavramlar evde ebeveynler arasında iyi polis / kötü polis oyununu oynayanlardan iyi polismiş gibi algılanır. Bunun nereden kaynaklandığını tam olarak kestiremiyorum ama tahminim psikoloji eğitimi almış bazı profesyonellerin TV, basın, internet gibi çoğunluğa hitap ettikleri yerlerde ortalamadan daha sakin konuşmaları birçok insanın psikolojiyi hayatın sıkıntılarından uzak, hayaller içeren, toz pembe bir çerçevede algılamasına neden olmuş olabilir.

Psikologlar ve psikoterapi bir sevgi çemberiymişcesine hatırlandığından insanlarda doğal olarak terapistle yakın arkadaşı aynı kefeye koymak gibi bir yanılgı ortaya çıkıyor.

Psikoterapi genelde yaşamınıza sahip çıkmanız, kendi anne babanız olmanız, hayatın getirdiği sorunlara karşı ayakta durabilmeniz için değişebilmenize olanak verecek bir ortam yaratmaya çabalar. Yakın arkadaşlarınız ise bundan farklı olarak sıkıntılı dönemlerinizde sizi rahatlatmak, yalnız olmadığınızı hissettirmek, belki cebinize para koymak, belki de omzuna yaslanıp ağlamanız için oradadırlar. Bu ikisi birbirinden çok farklı şeylerdir.

Arkadaşlarınız gerçekten sizin dert ortağınız olup dertlerinizi dinleyebilirler. Psikoterapinin bir dert anlatma ortamı olarak algılanması da yakın arkadaşlarla psikoterapistler arasında benzetme yapmaya iten bir başka yanılgıdır.

Psikoterapi seansları sizin içinizi dökme, dertlerinizi anlatma ve “oh be anlattım rahatladım” deme yeriniz değildir. Psikoterapi seansları sizin hayatın sorunlarını nasıl algıladığınız ve kendinizi nasıl sıkıntıya soktuğunuzu anlayabilmeniz ve bunu nasıl değiştirebileceğinize dair fikir yürüttüğünüz bir çalışmadır.

Terapistler, sizin gerçek hayatınızla ilgilenmezler. Çünkü sizin orada bulunma sebebiniz sizi terkeden sevgilinizi geri getirmenin yollarını aramak ya da atıldığınız işinize geri dönmeniz için bir torpil sağlamak değildir. Sizin orada bulunma sebebiniz kendinizi arzu ettiğiniz yönde veya yaşama karşı daha güçlü durabilecek bir yönde değiştirmektir. Bu da sizin gündelik yaşamınızda ne olup bittiğinden ziyade yaşamı nasıl algıladığınızla ve bu konuda daha iyi ne yapabileceğinizle alakalıdır. Arkadaşlarınızla paylaştığınız dertler ise çoğu kez artan ev kirası, kredi kartı borcunuz, sevgilinizin size kötü davranması, ailenizin anlayışlı olmaması gibi sizden kaynaklanmayan ve dışarıdan gelen etkilerin acısını içinizde tutmamak için konuşmayı tercih ettiğiniz dertlerdir. İçinizi dökmek sizi rahatlatır ama daha güçlü biri yapmaz. Psikoterapi rahatlama yeri değildir (farkındayım ünlü bir söze benzedi ama neyse ki ben terbiye sınırlarından çıkmam).

Yakın arkadaşınızı terapist yerine koymak ciddi bir yanılgıdır. Siz sorunlardan bunalıp kafanızı kuma gömdüğünüzde “burası çok karanlık burayı nasıl aydınlatacağız” diye sorarsınız. Yakın arkadaşınız orayı aydınlatmanın çarelerini aramaya başlar. Terapistiniz ise size kafanızı kuma gömdüğünüzü hatırlatır ve ortalığın zaten aydınlık olduğunu, kafanızı kumdan çıkardığınız takdirde etrafı görebileceğinizi söyler.

Elbette böyle bir süreç el bebek gül bebek yaşanamaz. İnsanoğlu varoluşundan ve özgürlüğünden çekinir. Psikoterapi seansları ise size varolduğunuzu, özgür olduğunuzu, hayatınızı yönlendirebileceğinizi hatırlatır. Bu hatırlatmalar insanı kızdırır, öfkelendirir. Bunlar nedense çoğumuzun günlük yaşamda duymak istemediği şeylerdir.

Yakın arkadaşlarınız sırtınızı sıvazlamak, sizi şımartmak, sorunlarınızı dinlemek, sorunlarınızı unutturmak, sizi gülümsetmek için yanınızdadırlar. Bir terapist ise size hayatta alabildiğine yalnız olduğunuzu, birçok şeyin sizin karar alanınız içinde olduğunu, ölümlü insanın kısa hayatına anlam kazandırmaktan insanın kendisinin sorumlu olduğunu hatırlatır.

Categories
Kişisel Gelişim Psikoloji

Yiyecekler Ruhunuzdaki Boşluğu Doldurmaz

Başta A.B.D. olmak üzere birçok ülkede obezite ciddi bir sorun. Tıbbi yönleri olmakla beraber aşırı yemenin, aşırı beslenmenin psikolojiye, kişinin ruh haline dayalı nedenleri de vardır.

İnsanoğlu, bazen ifade edemediği duyguları bedeniyle dile getirir. Beden dili değil bahsettiğim. Biraz uç bir örnek vereyim, hızlı anlatabilmek açısından; bir arkadaşının söylediği ağır bir sözü sindiremeyen birinin karnına ağrılar girebilir.

Yaşamın en zor tarafı onu anlamlandırmaktır. İnsanlar herşeyi anlamlandırmak isterler. Anlam boşluğu olan noktalarda kendimizi kötü hissederiz. Hayat anlam kazandırmaya çalışmak hem iyi hem kötü bir uğraştır. Eğer elinizdeki olanaklarla ya da potansiyel olanaklarla hayatınızı anlamlandıramıyorsanız kendinizi ve buradan yola çıkarak çevrenizi suçlarsınız. Bu sizi saldırgan ve zor anlaşılır biri haline getirir.

İşte tüm bu anlamlandırma çalışmaları içinde zaman zaman kişi boşluğa düşer ve değersizlik duyguları yaşar. Kendisini doldurması gerekir. İster inanın ister inanmayın, bazı insanlar içlerinde hissettikleri değersizlik, anlamsızlık ve boşluk duygusunu birşeyler yiyerek kapamaya çalışırlar.

Dışarıdan bakıldığında olay iştahla, iradesizlikle ve benzeri yargılarla açıklanır. Ancak esas mesele kişinin psikolojisinde, ruhundadır. Herhangi bir alandaki tatminsizlik kendini karışık pizza ya da kazandibi ya da kızarmış tavuk gibi nesnelerin lezzetinde yapay bir tatmine dönüşüp durumu telafi etmeye çalışabilir.

Bu dürtü bilinçdışından geldiği için insanoğlu bunun psikolojik yönüne değer vermez ve yine kendini değiştirmekten kaçar.

Bu durumu çözüme kavuşturmanın başlangıcı, aşırı yemek yemeye başladığınız anda bir önceki adımda içinizi basan sıkıntıyı yakalamanız ve yemeğe hamle etmek yerine o sıkıntıya gerçek dünyada bir çözüm bulmaya çalışmanız olabilir. Zaman kazanmak için bir profesyonelin yardımına başvurmanız kesinlikle faydalı olacaktır.

Categories
Kişisel Gelişim Psikoloji

Kendinden Başka Herkesle İlgilenmek

Nevrotik kısır döngü içerisinde zaman zaman hepimizin başına gelebilecek bir yanılgıdır. Kendimizden başka herkesle ilgileniriz, sonra da bundan şikayetçi oluruz, kendimizden başka herkesi düşündüğümüzü anlatırız. Doğrudur. Kişi gerçekten kendine gereken önem ve değeri vermez, başkalarının hayatlarında yaşar, onların endişelerini paylaşır, sıkıntılarını gidermeye yardımcı olur. Ardından karşılık görmediğini düşünürse de sinirlenir.

Bazen kişi gerçekten yaptığı iyiliklerin karşılığını göremez. Bazen de herkesin kendisi gibi “kendinden başka herkesle ilgilenmesini” bekler. Ancak bir elin beş parmağı nasıl birbirinden farklıysa insanlar da birbirlerinden farklıdır. Bazıları büyümüş birer yetişkin olmuştur, bazıları da özendikleri anne, baba, öğretmen, abi, abla rolunu üstlenmiş, kendisini bunlarla bağdaştırmış, onların tiyatrosunu oynamaya bütün zamanını vakfetmiştir.

İlginçtir ki kendinden başka herkesle ilgilenen insanlar kendilerinden başka herkesden şikayetçi olurlar. Burada başkalarının da kendilerini düşünmemeleri, kendilerine saygı göstermemeleri gerektiğine dair derin bir inanç söz konusudur. Bu yüzden bu tip insanlar kendilerine değer veren insanlarla karşılaşınca şaşırırlar. Onları kibirli, kendini beğenmiş, alçakgönüllülükten uzak, bencil olarak nitelerler.

Burada daima bir tezat yaşanır. Kendilerinden başka herkesle ilgilenen ve kendilerine değer vermeyen bu insanlar başkalarının da kendileriyle ilgilenmemesinden neden şikayet ederler? Yaşanan ilişkilerin; ister arkadaşlık, dostluk olsun ister sevgililik olsun ister aile bağları olsun, seviyesini düşürmekle zaman harcayan insanlardan bahsediyoruz. Mantık şudur; ben değerli değilim, sokağa çıkarken üstüme başıma dikkat etmesem de olur, makyaj yapmasam da olur, traş olmasam da olur, kendime önem vermesem de olur. O zaman bütün bu insanlar kim ki kendilerine bunca değer veriyorlar? Onlar da kendilerine değer vermesinler. Kendilerini ne zannediyorlar.

Evet, olay budur. Kendilerine değer vermeyen insanlar kendilerinden başka herkese değer verirler ve bir diğer yandan da kimsenin kendine değer vermesini istemezler. Böylelikle nevrotik kısır döngünün getirdiği yalnızlık duygusu, kişinin başkalarının kendine verdiği değeri de aşağılara çekerek hafifletilmeye çalışılır.

Böyle şeylerin sonuç vermediği malum. Ancak burada bunları kimseyi suçlamak için yazmıyorum. Benim bütün derdim insanoğlu olarak kendimize verdiğimiz ruhsal zararar hakkında bir şuur yaratmak. En ufak bir soru işaret yaratıp bu konuda ilerleme kaydedilmesine katkıda bulunabilirsem ne mutlu bana. Zaten hayat çok kısa, ruhsal kısır döngülere fazla zaman ayırmaya değmez.

Categories
Kişisel Gelişim Psikoloji

Nedenlerde Kaybolmak

İnsan, içinde bulunduğu şartların getirdiği sıkıntılara anlam aramakla zaman kaybeder. Maalesef bir çok şeyin altında nedenler arıyoruz ve bu nedenleri ararken olayların kendisinden uzaklaşıyoruz. Oysa odaklanmamız gereken daima şimdiki zamandır.

Hayatın ne kadar kısa olduğunu söyleyip duruyorum bu yüzden yine yaşam ve ölüm üzerinden örnek vereceğim. Bir tanıdığınız evinize geldi, ayağını burkmuş ya da bacağını kırmış ya da kafasına bir şey düşmüş ve kanıyor. O sırada önemli olan bunun arkadışınızın başına niçin geldiği midir yoksa kanamaların durdurulması veya kırılan kemiğin sabitleştirilip hastaneye gidilmesi gibi şeyler midir?

Sizce hangisi daha öncelikli?

Evinize hırsız girdi diyelim. Salonun ortasında göz göze geldiniz. O sırada sizin için önemli olan ne olmalı? Hırsızın neden evinizde olduğu mu? Yangın çıktı diyelim. Ateşlerin ortasındasınız. Önemli olan yangını kimin ve neden çıkardığı mı yoksa sizin dumandan boğulmadan ya da yanmadan olay yerinden uzaklaşmanız veya elinizde ise yangını söndürmeniz mi? Yangının neden çıktığını bilmeniz üzerine sıkacağınız suyu ya da atacağınız toprağı mı değiştirecek?

Burada verdiğim örneklerin ölümcül örnekler olduğunu sanmayın. Bir önceki yazımda bir cep telefonu kaybetme vakasından bahsettim. Orada da durum farklı değildir. İnsanoğlunun kendisini suçlu hissettiği, endişeye kapıldığı, strese girdiği durumlarda umumi tuvaletlerdeki gibi büyük küçük ayrımı yoktur. Sıkıntı sıkıntıdır. En sevdiğimiz kalemi kaybettiğimizde verdiğimiz tepkiyle bir yakınımızı kaybettiğimizde verdiğimiz tepki arasındaki fark aslında çok ince bir çizgide yatar.

Bu yüzden, sizi sıkan şeyin nedenleriyle uğraşmayı bırakıp sıkıntıyı ortadan kaldırmak için bir an evvel harekete geçmeniz davranışların en güzelidir. Yangının neden çıktığını sorgulamayı bırakıp olay yerinden uzaklaşmalı ya da elinizde imkan varsa suyu sıkarak yangını söndürmelisiniz. Bunun dışında iki dakika önce bile olsa geçmişte ne olduğunun şimdiki zamandan daha fazla önemi yoktur.

Hayat kısa, ve hiçbir zaman yaşıyor olmaktan daha önemli bir şey olduğu yanılgısına kapılmayın.

Categories
Psikoloji

Korku, Suçluluk, Endişe

Bundan birkaç yıl önce büyük alışveriş merkezlerinden birinde cep telefonumu kaybettim. Alışveriş merkezindeki bankamatiklerden birinden para çekerken telefonumu bankamatiğin üst kısmına koydum. İşimi bitirdiğimde telefonu almadan gitmişim. Farkına vardığımda çok geç olmuştu.

Biryerlerden bir telefon bulup buluşacağım kişiyi aradım. Telefonumu kaybettiğimi, toplantımıza biraz gecikeceğimi haber verdim ve ofise döndüm. Ofiste arkadaşlarım cep telefonumu kaybetmiş olmama rağmen hala çok sakin olmamı şaşkınlıkla karşıladılar. Onlara telaşa kapılmamın bana neler kazandıracağını sorduğumda iyi bir cevap veremediler.

Bu, herkesin başına gelebilecek, hep gelen bir cep telefonu kaybetme öyküsü. Sadece bir örnek. Örnekler çoğaltılabilir. Yemeğin altını yakmak, yolda yürürken para düşürüp kaybetmek, arabayla saçma sapan ufak bir kaza yapıp bir miktar maddi hasara yolaçmak, ve benzeri olaylar.

İnsanoğlu, böyle olaylar başına geldiğinde hemen kendini suçlama eğilimi içinde olur. Eğer ortada bir suç varsa bir de bu suça karar verecek bir otorite ve onu cezalandıracak bir makam gerekir. Bu durumda bireyin kendisi ve toplum hemen bireyin yardımına koşar ve onu gerektiği gibi suçlar. Hal böyle olunca kişinin sakinliğini koruması şaşkınlıkla karşılanır. Sakin kalmak sanki suç seviyesini artırır. Kişi eğer yeteri kadar telaş ve öfke gösterirse suçun hafifleyeceğini ve toplumun göstereceği öfkeye daha az yer kalacağını düşünür.

Ne oldu şimdi? Bir önceki paragrafta bir telefon kaybetme olayını savaş alanına çevirmiş olduk. Gerçekte durum bundan çok daha kötüdür. Bu sadece benim yazarak anlatabilidiğim kadarıdır.

İnsanoğlu maalesef suçluluk duygusuyla elele yaşıyor. Bir çok insan bilinçaltının derinliklerinde sadece hayatta olduğu için bile bir suçluluk hissedebilir. Bunun kaynağını tam olarak bilemiyorum ve kestiremiyorum. Ancak sebepler her zaman önemli değildir ve durumu düzeltmekte bir işe yaramazlar. Tıpkı bir cinayet vakasında katili bulmanın öldürülen kişiyi diriltmeyeceği gibi, hangi konuda kimin suçlu olduğuna karar vermek ve öfke gösterisi zamanı geri döndürmez ve olanların üstünü örtmez.

Bu nedenle, başınıza gelen herhangi tatsız bir olayda, olayın büyüklüğü ne derece olursa olsun başınızdan kaynar sular dökülecekken o sulara dur deyin ve yaşamaya devam edin. Bunu yapmak sizin en kazançlı çıkacağınız seçenektir. Ne kadar üzülürseniz üzülün kaybettikleriniz geri gelmeyecek. Üzüntünüz sizin suçlu olduğunuzu zannettiğiniz olayda var olmayan hatalarınızı affetmez. Zaten olmayan bir şey ortadan kaldırılamaz.

Elinizdeki tek fırsat şimdiki zamandır. Geçmişte ne olduğunun ya da gelecekte ne olacağının şu an üzerinde düşündüğünüz kadar etkisi yoktur.

Bu nedenle kendinizi şimdiki zamanda yaşamaya ve yaşadığınız şimdiki zamanda sakin kalmaya alıştırmalısınız. Böylelikle endişeden, stresten ve bunların tetikleyeceği depresyondan uzak durma şansınız artar.